Tarih: 04.11.2025
Yazar: Esra Yurtseven
Editör: Umut Bağdadioğlu
İnsan hakları, bireylerin yalnızca insan olduğu için sahip olduğu haklar bütünüdür.Her bireyin sahip olduğu bu haklar,onları olası adaletsizlik ve eşitsizlikten korumaya yönelik olmakla birlikte, şartlar ne olursa olsun korunmalıdır. İnsan haklarını istisnasız korumanın önemini anlamak kritik bir rol oynamaktadır zira insan hakları konusunda verilen en ufak tavizin ilerleyen süreçlerde, günümüz ve gelecekte, yeni ihlallerin yapılmasına zemin hazırladığı görülmüştür. Sessizlik, geç verilen tepkiler, yetersiz kamuoyu bilinci ve birçok psikolojik faktörün beraberinde getirdiği bu durumlar, yeni ihlallere hem zemin hazırlamakta hem de yalnızca tekil bireyi etkilemek yerine kolektif bir etkisi olduğu gözlemlenmiştir. Orta Doğu başta olmak üzere tüm dünyada, geçmişte yapılan ihlallerin yenilerine nasıl zemin hazırladığı görülebilir bir noktadadır. İran’da süregelen politik sorunların beraberinde getirdiği cezalar ve yasaklar, yapılan ihlallerin en büyük örnekleri arasında olmaktadır. Bu baskılandırmalar “güvenlik” ve “dini meşruiyet” söylemleri yoluyla mümkün olmuş, aynı zamanda şiddetin işe yaradığı duygusu olan “öğrenilmiş baskıyı” güçlendirmiştir. Bir döngü olarak karşımıza çıkan bu durum, halkın ve uluslararası toplumun sessizliğiyle güçlenmektedir. Özellikle cinsiyet eşitsizliğinin net olarak görüldüğü İran’da kadın bedeni de politik bir konu haline gelmiş olup “güvenlikleştirme” söylemiyle birlikte “ahlaki güvenlik alanı” olarak görülmektedir. Bu ihlaller, politik, ideolojik aynı zamanda psikolojik düzeyde birbiriyle bağlantılı bir baskı döngüsü oluşturmaktadır.
Bu döngü tarihsel zeminden günümüze bir zincir halinde gelmektedir. 1941-1979 yılları arası Şah Dönemi’nde yaşanan modernleşme adına yapılan baskının getirdiği gelişmelerde, gizli polis olan SAVAK’ın işkence ve sansür yoluyla yaşam hakkı, ifade özgürlüğü ve adil yargılanma gibi temel haklar ihlal edilmiştir. Bu dönemde muhalefet bir “ulusal güvenlik tehdidi” olarak görülmekte olup (Buzan, Wæver & de Wilde, 1998) tarihsel baskının başlangıç noktası olarak kabul edilmektedir. Şah Dönemi sonrası 1979 Devrimi döneminde ise özgürlük vaatleri yerini dini otoriteye bırakmıştır. Başörtüsü zorunlu hale getirilip ifade özgürlüğü kısıtlanmıştır. Bu süreç içerisinde inanç özgürlüğü, kadın hakları ve toplanma özgürlüğü kısıtlanmış olup eski baskı yolları dini söylemlerle yeniden oluşturulmuştur. 1980-1988 yılları arasında gerçekleşen İran-Irak savaşında ise savaşta birlik adı altında tüm muhalefet bastırılmıştır. Örgütlenme, ifade ve yaşam hakkı da bu yolla kısıtlanmış olup yapılan her eleştiri aşırılık ve hainlik olarak yorumlanmıştır. Ardından 2009’da gerçekleşen “Oyumu İstiyorum” protestolarında internet kapatılmış ve binlerce tutuklanma gerçekleşmiştir. Neda Agha-Soltan’ın ölümü bu protestolarda bir sembol haline gelmiştir. Bu kez ifade ve toplanma özgürlüğü kısıtlamasının yanına kişi güvenliği ihlali de eklenmiştir. Bu olaylar sonucunda “cezasızlık kültürü” öne çıkmış olup yaşanan kaosun sorumluları hesap verebilirlikten kaçmış ve şiddetin normalleşmesine neden olmuştur. (Levitsky & Way, 2010) Yaşam ve eşitlik hakkının ihlal edildiği diğer bir olay ise 2022 yılında gerçekleşen Mahsa Amini protestolarıdır. Bu protestolarda 22 yaşındaki Mahsa Amini, ahlak polisleri tarafından öldürülmüş, işkence yasağı kuralı yok sayılmıştır. Bu protestolarda görünürlük bir direniş biçimi haline getirilmiştir; kadınlar başörtülerini yakarak bu ihlalleri görünür kılmaya çalışmış olsa da uluslararası toplum bu konuya yeterli ses getirmemiştir.
Yaşanan bu politik gerilimler yalnızca gerilim olarak kalmayıp toplumun üzerinde gelecek nesillere de aktarılacak kolektif travmanın getirdiği psikolojik etkiler vardır. Bu etkilerle birlikte korku kültürünün kurumsallaşması kaçınılmaz olmuştur. Sürekli baskı altında bulunan toplumların zihni “konuşmanın ölümle, sessizliğin yaşamla eşdeğer olduğu” şeklinde bir algıyla şekillenmektedir. Şah döneminde görülen SAVAK, devrim sonrası “dini sadakat” başlığı altında daha derin bir hal almış, ahlak polisleri ise yalnızca kadınları değil tüm toplumu denetlemeye başlamıştır. Bu dönüşüm bireylerde protestoların bastırılması etkisiyle “öğrenilmiş çaresizlik” hissini, (Seligman, 1975) “denedik işe yaramadı” düşüncesi çevresinde yoğunlaştırmıştır. Aynı zamanda politik travmanın sonucu olarak birey üzerinde sürekli gözetlenme hissini oluşturmaktadır. Yaşanan bu travmalar gelecek nesillere aktarılarak daha genç nesillerde travmanın içselleştirilmesi sonucu siyasete daha uzak, kaderci ve temkinli bir kimlik geliştirmeleri yönünden bir zemin hazırlamaktadır. Böylelikle korku artıkrejimin değil, halkın kendi kendine uyguladığı otomatik bir kontrol sistemine dönüşmektedir.Bu sistem zamanla toplumda “ahlaki kopma” durumuna neden olmakta ve bireyler, şiddet ve adaletsizlik durumları karşısında tepki vermemeyi ahlaki gerekçelerle normalleştirmektedir. Uzun süreli baskılar karşısındaki sessizlik duygusal uyuşmaya neden olmakta ve politik bilinç yerine hayatta kalma refleksini ortaya çıkarmaktadır. Bu normalleşmenin sonucu olarak ise şiddet, ahlaki görülmek yerine “gerekli” olarak görülmektedir. Kadınların üzerindeki baskılar da toplumsal cinsiyet travması olarak değerlendirilmekte (Afary, 2009) olup Foucault’nun “panoptikon” modelinde görüldüğü gibi kadınlarda bir içsel denetim sistemi oluşturmaktadır.Bu travmanın toplumsal sonucu ise kadınların artık pasif kurbanlar olmak yerine direnişin sembolü haline getirilmesidir. Ayrıca büyüyen sosyal medya, baskı ortamında dayanışma ve görünürlük için birer araç haline dönüşmektedir. Dolayısıyla, etkiye verilen tepki de büyümekte olup rejim için olası tehdit unsurları oluşturmaktadır. Görünürlük, özgürlük yolunda önemli bir adımdır; sessizliğin hâkim olduğu bir düzeni dönüştürmek adına ortaya çıkan duyarlılık ve umut adımı haline gelmektedir.
İran örneği, insan hakları ihlallerinin sadece devlet otoritesiyle değil, aynı zamanda sessizliğin devam etmesiyle de nasıl beslendiğini ortaya koymaktadır. İnsan hakları sadece bir hukuk meselesi olmaktan öte, sosyal hafıza ve etik bilinç sorunu halindedir. Geçmişte yaşanan cezasızlık, günümüzdeki korku ortamını oluşturan faktör haline evrilmiştir. Bu zincir politik bir reflekse dönüşmüştür; devlet baskıyı, halk ise sessizliği öğrenmiştir. Bu durum ise yeni ihlali mümkün kılan ana etken olarak görülmektedir. Bu kısıtlama ve ihlaller karşısında İran örneğinde de görüldüğü gibi “görünürlüğü artırmak” hem bir protesto hem de kolektif bir iyileşme mekanizması olarak kullanılabilmektedir. Sessiz kalınan her ihlal, gelecek zamanlarda farklı bir bölgede tekrar ortaya çıkmaktadır. Bu sebeple İran’da yaşanan bu ihlaller yalnızca yerel değil, tüm bireyleri etkileyen kolektif bir boyuttadır ve bunun getirisi olarak uluslararası arenada yapılan her ihlal görünür kalmalıdır. İnsan haklarını korumak, her ihlal görünür olduğunda ve cezasızlıktan kaçınıldığında korunabilir hale gelmektedir.
Kaynakça
Abrahamian, E. (1982). Iran between two revolutions. Princeton University Press.
Afary, J. (2009). Sexual politics in modern Iran. Cambridge University Press.
Bandura, A. (1999). Moral disengagement in the perpetration of inhumanities.
Personality and Social Psychology Review, 3(3), 193–209.
Buzan, B., Wæver, O., & de Wilde, J. (1998). Security: A new framework for analysis.
Lynne Rienner Publishers.
Dabashi, H. (2011). The green movement in Iran. Transaction Publishers.
Foucault, M. (1977). Discipline and punish: The birth of the prison. Pantheon Books.
Human Rights Watch. (2022, September 22). Iran: Death of woman in morality police
custody sparks protests. https://www.hrw.org/news/2022/09/22/iran-death-woman-
morality-police-custody-sparks-protests
Seligman, M. E. P. (1975). Helplessness: On depression, development, and
death. W. H. Freeman.